“Muhaciroba” Gürcü Ansiklopedisinde “Kafkasya’nın yerleşik halklarının esasen zorunlu olarak XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna göç etmesi” olarak tanımlanmaktadır.
1.Muhacirlik ve Gürcistan’ın Muhacirlik Öncesi Döneminden Kesitler
“Muhaciroba” Gürcü Ansiklopedisinde “Kafkasya’nın yerleşik halklarının esasen zorunlu olarak XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna göç etmesi” olarak tanımlanmaktadır (Sovyet Gürcü Ansiklopedisi, 1984:234). İslam ülkelerinde ise bu Arapça kökenli kelimenin daha genel bir anlamı var – “göç, kaçmak” (sözlük, 2001:1002), yani herhangi bir şekilde (ekonomik, sosyal, siyasi, dini v.b.) göç etmek anlamına geliyor (Tsereteli, 1951:271). Türkçe sözlük “muhacir” kelimesini Arapçada olduğu gibi şu şekilde açıklar: 1) Yerleşmek amacıyla başka bir yere giden kişi; 2) (dini literatürde) Hz. Muhammed ile birlikte veya ondan sonra Mekke’den Medine’ye sığınma amacı ile gidenlere verilen isim (sözlük, 2000: 2008). Açıkça bu durumda bizi birinci anlam ilgilendiriyor fakat şunu da ifade etmeliyiz ki Gürcülerin göçlerinde dini motivasyon hissediliyordu ve bazen fazlası ile dikkat çekici biçimde…
Gürcistan ve genel olarak tüm Kafkasya’daki muhacirlik kavramının daha somut içeriğini çağın tarihsel olaylarının belirlediğini ve kavramın öncelikle Osmanlı-Rusya savaşlarını takip eden kitlesel göçlerle ilişkili olduğunu söylemek herhalde mantıklı olur. Sözkonusu imparatorlukların savaş alanları arasına XIX. yüzyılda Gürcistan da girdi. Tarihsel Güney Gürcistan halkı dağılma-göç acısını daha önce de birçok defa çekti fakat Muhaciroba-Muhacirlik hepsinden geniş, kitlesel ve trajik idi. Göçün ilk büyük dalgası 1828-1829 yıllarındaki savaşın akabinde oldu. 1867 yılında Abazaların muhacirliği ikinci dalga idi, 18777-1878 savaşınadan sonraki göç ise üçüncü dalga…
Tarihsel Güney Gürcistan’dan göç eden muhacirlerin büyük çoğunluğu Müslüman Gürcülerdi. Onların soyundan gelenleri günümüz Türkiye’sinin hemen her yerinde görebilirsiniz fakat en fazla Karadeniz ve Marmara bölgelerinde yaşıyorlar. Onların çoğu kendi kökenleri hakkında bilgiye sahipler. Birçoğu Gürcüce konuşuyor ve Gürcistan’da yaşayan akrabaları ile ilişkileri var.
Uzun zaman önce, muhacirlerin ataları kendi atalarının topraklarında yaşarken, onlar da diğer Gürcülerle birlikte çalışıyor, savaşıyor, didiniyor, o zaman da adı Sakartvelo-Gürcistan olan ülkesi için dua ediyordu. Tam olarak da o çok eski kuşağın ağır çalışmalarının ve mücadelesinin sonucunda Gürcistan dünyanın en büyük imparatorlukları ile verdiği kavgaya rağmen devletini de seçkin ve kendine ait kültürünü de bugüne kadar getirdi.
İbadethaneleri, kaleleri-kuleleri tam olarak o eski kuşak Gürcüler inşa ediyor, dehası kolaylığı ile seçkin alfabeyi onlar oluşturuyor, “Kaplan Postlu Şövalye’yi” yazıyorlar, büyülü güzellikteki “Mravaljamier” şarkısını söylüyorlar, eşsiz oymalar yapıyorlardı… Tüm bunları, bugünkülerin dini inançları veya yaşadıkları yerler farklı bile olsa bugünkü Gürcülerin gurur kaynağı olması için oluşturuyorlardı.
Muhacirliğe kadar Güney Gürcistan, yani XIX. yüzyıldaki ileri gelenlerin “Samuslimano Sakartvelo-Müslüman Gürcistan” dedikleri bu bölge büyük ve zorlu bir yoldan geçmiştir. Bu yolda birçok trajik adım ve de gurur duyulacak adımlar bulunmaktadır. Sonraki dönemlerde ülkeyi altın çağa kadar götüren dini ve kültürel uyanış uzun zaman önce tam olarak buradan başlamıştır. Daha eski dönemlerden söz etmesek bile XII. yüzyılda Gürcistan tüm Kafkasya ve Ön Asya’nın en güçlü devleti idi fakat daha sonra güçlenen düşmanlarına karşı dayanamadı, kademeli olarak zayıfladı ve dağıldı.
Önce Moğolların yıkıcı saldırıları, sonra İran ve Osmanlı İmparatorluğunun artık zayıflamış olan bu ülkeyi hâkimiyeti altına almak için savaşları Gürcistan’ın eski büyüklüğünü gölgede bıraktı.
Tarihsel Güney Gürcistan (Çoruh Havzasının tamamı ve Kura Nehrinin üst kesimi) Osmanlı toprakları arasına girdi. XVI. yüzyılın ikinci yarısında, seksenli yıllarda artık Ardahan, Açara, Şavşat-İmerhevi, Klarceti, Tao (Amier Tao ve İmier Tao), Samtkshe ve Cavakheti Osmanlı tarafından işgal edilmişti. Kısa süre sonra tüm Gürcü illeri Çıldır (Akhaltsikhe) Vilayetine bağlandı.
Böylece tüm Güney Gürcistan Osmanlı egemenliği altına girdi. Yavaş yavaş yeni yaşam kuralları ve emirler, yeni bir din yerleşti. Gürcistan’ın tarihi illerinin halkı yavaş yavaş, nesilden nesile Osmanlı İmparatorluğunun sadık vatandaşlarına dönüştü. Birçok Gürcü sarsılmaz şekilde Osmanlı’nın güçlenmesi için savaşıyor, sadık biçimde devlet kurumlarında hizmet ediyor, devleti oluşturuyor, kaleler ve ibadethaneler inşa ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu da kendine sadık olanlara kayıtsız kalmıyordu ve birçok Gürcü padişahın sarayında öne çıkmış, birçoğu askeri alanda ve kamu alanında büyük mevkiler elde etmiştir…
Gürcistan’ın kalan kesimi devlet olmanın gereklerini azçok koruyordu. Daha net ifade edecek olursak birkaç Gürcü krallığı (Kartli, Kakheti ve İmereti) ve Samtavro-Beylikler (Abkhazeti, Samegrelo, Svaneti ve Guria) vardı. XIX. yüzyılda Rusya onları aralıklı olarak işgal etti ancak Gürcü gelenek-göreneklerini, dilini, kültürünü, yazımını vd bozmayı başaramadı.
Görüldüğü üzere; yüzyıllardır Gürcistan’da ve bu ülkeye ait topraklarda yaşayan halkın kaderine dünyanın en büyük imparatorlukları karar veriyordu. Çok kanlı bu siyasi oyunda Gürcülerin kendi rolü son derece kısıtlı idi. Durum XIX. yüzyılda özellikle ağırlaştı. Osmanlı-Rus savaşları Gürcistan ve tüm Kafkasya’nın yeni tarihini yazıyordu.
2.XIX. Yüzyılda Osmanlı-Rus Savaşları ve Muhacirlik
1828-1829 yıllarında cereyan eden Osmanlı-Rusya savaşı sonrası Edirne Antlaşmasına göre Rusya Akhaltsikhe (Ahıska) ve Akhalkalaki (Ahılkelek) ile çevresini (Samtskhe Cavakheti, Posof, Palakatsio) almış, antlaşmanın 13. Maddesine göre her iki tarafın sınır bölgelerinde yaşayan halka 18 ay içinde diğer tarafa göç etme hakkı verilmiştir (Vardmanidze, 2013:38). Yaklaşık 75 bin Gürcü Müslüman göç etmiştir. Muhacirliğin bu dalgasının izlerine günümüz Türkiye’sinde güçlükle rastlanmaktadır. Görüldüğü kadarıyla Ahıska Bölgesinden (Samtskhe-Cavakheti) göç edenlerin bir kısmı Osmanlı İmparatorluğunun iç bölgeleri haricinde yakın illere yerleştiler. XIX. yüzyılın otuzlu yıllarında Açara-Kobuleti’de ve genel olarak Çoruh Havzası halkı arasında resmi olarak “Akhaltsikheli Muhaciri” yani Ahıska Muhaciri diye hitap edilen bir kesimin varlığının onaylanmış olması da bu görüşü desteklemektedir. Özellikle 1835 yılında yapılan nüfus sayımı kayıtlarında “Ahıska Muhaciri” olarak adlandırılmışlardır.[1]
Açıktır ki bölge halkının o zamanki etnik yapısından dolayı Samtskhe-Cavakheti’den (Ahıska Bölgesi) göç edenlerin çoğunluğu Gürcü Müslümanlardı. Gürcü çevresinde yerleşenler Gürcü kimliklerini koruyorlar, fakat görüldüğü kadarıyla farklı çevrelere yerleşen, kendi topraklarından ve köklerinden kopan Meskhi’ler ataları ile bağlarını tamamen koparıyor ve asimilasyona maruz kalıyorlardı. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi günümüz Türkiye’sinde Meskhi Muhacirlerin izlerine çok zor rastlanmasının temel sebebi herhalde budur. Ancak, Şavşat-Klarceti (Artvin) halkı arasında kendini “Ahıskadan gelmiş”, “Ahıska Türkü” olarak tanımlayan kesimin en azında bir kısmının, net olarak asimile olmuş Gürcülerin soyu olduğunu düşünecek dayanağımız var (Çokharadze, 2013:39). Şunu maalesef ifade etmeliyiz ki bugün eski gerçeklerin çok küçük kırıntıları kalmıştır ve resmin tamamını ortaya çıkarmak imkânsızdır…
Abazaların XIX. yüzyılın 60’lı yıllarındaki göçü geniş kapsamlı ve fazlasıyla acılı idi. Belirttiğimiz gibi Abazaların Türkiye’ye ilk kitlesel göçü 1867 yılında, Rusya Kafkasya’nın batısını işgalle Kafkasyadaki hareketlerini sonuçlandırarak Abhazya Beyliğini lağv edip Rus yönetimi kurduktan sonra gerçekleşti.
Yine bir kitlesel Abaza göçü 1877-1878 yıllarındaki Osmanlı-Rusya savaşı devam ederken 1877 yılında oldu (Khorava, 2004:6). Münferit göç hadiseleri sonraki dönemlerde de vardı. Muhacir Abazalar Osmanlı İmparatorluğunun iç illerine yerleştikleri gibi vatanlarına yakın sınır bölgelerine de yerleşiyordu.
XIX. yüzyılın 60’lı yıllarında bir grup Abaza, yaklaşık 2.000 aile Açara’ya yerleşti. 1877 yılında, aynı şekilde XIX. yüzyılın 80 li yıllarında Osmanlı’dan Abhazya’ya geri giden Abazalara Rusya oraya dönme hakkı vermediğinde Açara’da Abaza nüfusu daha da arttı.
Şunu ifade etmek gerekir ki Açara’da yaşayan Abazaların bir kısmı 1877-1878 yıllarındaki Osmanlı Rus savaşından (93 harbi-çevirmen notu) sonra Güney Gürcistan’da başlayan kitlesel muhacirlik/göç sürecine katıldı ve Açaralılar, Şavşatlılar ve Klarclarla birlikte Türkiye’nin iç illerine göç ettiler (onlara Türkiye’de Abaza muhacirlerin torunları arasında bugün de rastlarsınız).
1877-1878 yıllarındaki savaşın (93 harbi-çevirmen notu) sonrasında imzalanan Berlin Antlaşmasına göre Batumi ve Kars bölgesi (Açara, Şavşat, Klarceti, Göle, Ardahan, Tao’nun bir kısmı) Rusya İmparatorluğu sınırlarına dâhil oldu. Tüm bu bölgeler hem askeri hem de yönetim işlerinde Rusya’nın Kafkas Ordusu Başkomutanlığına bağlandı.
Yeni kurulan bölge liman kenti (Batumi) ve üç okruga (Batumi, Artvin ve Açara) ayrıldı (Okrug Rus yönetim sisteminde idari birimdir –çevirmen notu). Batumi Okrugu - Batumi, Kintrişi be Gonio ilçelerinden oluşuyor; Açara Okrugu – Zemo Açara, Kvemo Açara ve Maçakheli ilçelerini kapsıyor; Artvin Okrugu sınırları içine ise Artvin, Ardanuç ve Şavşat-İmerhevi ilçeleri giriyordu.
Bu durum halka son derece ağır geldi. Bunun en açık göstergelerinden biri muhacirliktir. Halkın büyük kesimi Türkiye’nin içlerine o zaman göç etti. Bu, bir tarafın anlık alınmış bir kararı da değildi halkın savaş alanından ayrılışı da. Bu, ifade ettiğimiz gibi iki büyük imparatorluğun soğukkanlılıkla müzakere ettiği ve kendi çıkarları doğrultusunda aldığı bir karardı.
19 Şubat 1878 (3 Mart) tarihinde Rusya-Osmanlı arasında imzalanan Ayastefanos Barış Antlaşmasının 21. Maddesine göre Rusya egemenliğine giren bölgelerin halklarına üç yıl içerisinde serbest şekilde sınırın dışına göç imkânı veriliyordu. Berlin Kongresinde (1878 yılı Haziran-Temmuz ayları) Ayastefanos Antlaşmasının birçok detayı yeniden düzenlendi fakat sözkonusu madde ile ilgili hiç kimse bir talepte bulunmadı. Dolaysıyla 27 Ocak 1979’da (8 Şubat) İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında ateşkes antlaşması imzalanmış olup, antlaşmanın 7. Maddesine göre Rusya’ya yeni bağlanan bölgelerde yaşayanlara sınır dışına serbestçe göç etme hakkı verildi. Bu göç için süre de belirlendi: 3 Şubat 1879 tarihinden 3 Şubat 1882 tarihine kadar (Vardmanidze, 2013:116). Esasen bu dağılma ve göç süreci daha önce, savaş yıllarında başladı ve belirlenen tarihlerden sonra uzun süre devam etti, ancak en büyük göç dalgası belirttiğimiz resmi periyoda denk gelmektedir.
Bu muhacirlik zaten savaştan perişan olan halkın yeni trajedisi idi. Karadeniz kıyısı bölgeden yerli çok sayıda insan Türkiye’nin iç bölgelerine göç etti.
Göç süreci yirminci yüzyılda da devam ediyordu. Pratikte bu 1878-1921 yılları arasında sürdü. Bu açıdan en gergin dönem Güney Gürcistan topraklarında geniş askeri operasyon dalgalarının olduğu Birinci Dünya Savaşı yılları idi. O zaman çok aile göç etti (fakat bir kısmı kısa süre sonra geri döndü). Gelişmeleri radikal biçimde değerlendiren “Tanamedrove Azri” gazetesi bu konuda şunu yazıyordu: “En fazla tahrip olan Gonio Uçastiki (uçastik Rus yönetim sisteminde idari birimdir –çevirmen notu), Karadeniz kıyısında yaşayanlar ve Açaristzkali’den Artvin’e kadar Çoruh Nehri ağzında bulunan köylerdir. Neredeyse burada yaşayan hiç kimse kalmamış olup öldürmediklerini de esir aldılar” (Tanamedrove Azri, 1915).
Şunu da belirtmeliyiz ki, 11 Şubat 1916 yılında Rusya Meclisi toplantısında, Sosyal Demokrat Partinin Gürcü üyesi Gürcü Müslümanlarının haklarını savunmak için etkileyici sözler söyledi ve 15 Temmuz 1915’te Rus süvari birliği komutanının, Çar Vekili (Kafkasya Genel Valisi) Vorontsov Dashkov’dan Güney Gürcistan topraklarını yerel sivil halktan temizlemek için emir aldığını kendisine doğrudan söylediğini ifade etti. Meclis üyesinin söylediğine göre bunun sonucunda onlarca köy boşaldı (Sioridze, 2002: 134).
Münferit göç hadiseleri 1921 yılından sonra da vardı: Komünist rejimden kaçmak amacıyla vatandaşlar ülkeden gidiyor ve Türkiye içlerine yerleşiyordu.
3. Muhacirliğin Bazı Faktörleri Hakkında Kısa Açıklamalar
Göçe sebep olan birçok faktör vardı. Bu o dönemin dünya siyasetinin bir parçası idi ve hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorluğu için oldukça kabul edilebilir idi: Bu konuda yerli halkın kaderine, cepheleşmiş iki güç arasındaki mutabakat hüküm veriyordu: Kitlesel göç iki imparatorluğun da çıkarlarına uygundu.
Rusya’yı bu harika bölgenin statejik önemi, doğal zenginlikleri, liman v.b. ilgilendiriyordu. Gürcü Müslümanların Gürcistan’ın Hristiyan kesimi ile ilişkilerinde fazla sorun yoktu, En başında anlaşılıyordu ki farklı dine mensup Gürcüler ortak bir dil bulur ve mutabakat halinde yaşarlardı. Fakat Rus sadece din olarak değil ulus olarak, düşünce yapısı, yaşam biçimi, kuralları ve kanunları ile de yabancı idi. Rusya yerli halka güvenmiyordu, ancak halk da Rusya’ya güvenmiyordu. Bu ruh haline tam olarak inanan “Droeba” gazetesi muhabiri 1878 yılında Açaralı bir köylünün sözlerini yazmış: “Gürcüler yeterki gelin, sizi kim gâvur olarak görür ki! Biliyoruz ki siz bizdensiniz, sadece dininiz ayrı. Ama… Başkaları geliyor ya, bizim sorunumuz budur”. Tanınmış Kobuletili bir figür olan Gul Ağa Kaikatsişvili şöyle demiş: “Bizim Gürcüler, kardeşlerimiz, akrabalarımız, amcaoğullarımız, - size kurban olayım ki benim gözlerim bugün sizi, bizim eski kardeşlerimizi gördü. Allah’a şükürler olsun bizim ve sizin özlemlerimiz bitti ve Allah’a bizi birleştirdiği için şükürler olsun onun takdirine saygılıyım.
Mademki ülkemize bizim gerçek kardeşlerimiz, amcaoğullarımız ve akrabalarımızdan oluşan Gürcü askeri girdi şimdi Allah’ın izniyle benim ümidim var… Biz güçlenir, ruhen, kalben daha iyi duruma geliriz. Siz de bizim yakınlaşmamızla sevinirsiniz ve sonra bizim böyle birleşmemiz ve sevincimizle tüm Gürcistan ayağa kalkar ve Kral Tamar döneminde olduğu gibi güçlenir. Öyleyse yaşasın bizim bir araya gelişimiz ve Kral Tamar dönemi Gürcistan’ının ayağa kalkması ve güçlenişi!..” (Droeba, 268).
Rusya yerel halkın durumdan memnun olmayıp göç etmesi için çok yönlü siyasi çaba gösteriyordu. Potansiyel karşıtlarından bu bölgeleri boşaltmak Rusya için bir yöntem teşkil ediyordu. Halkın kaderi ve geleceği ise Rus İmparatorunu rahatsız etmiyordu. Daha da ötesi, köylünün kullandığı toprakları, özelikle de maden işletmelerinin bulunduğu köylerdeki toprakları köylünün elinden alıyorlardı. Örneğin 19 Mayıs 1907 yılında Artvin Okrugu Dzantsuli (Zansul) köylüleri Kafkasya Genel Valisine ilettikleri şikâyetlerinde maden ortaklığını topraklarını gasp etmekle suçluyor ve madenin çalışmasına kesin olarak son verilip toprakların eski sahiplerine geri verilmesini istiyorlar. Böyle bir durum köylüleri ata topraklarından gitmeye zorluyordu. Bunu iktidar yetkilileri de kabul ediyordu. 26 Aralık 1906 yılına ait bir anlatımda Artvin Okrugu yöneticisi Batumi Askeri Valisine, toprak konusunun düzenlenmeyişi ve ağır yaşam şartlarının yerel halkın göçüne sebep olduğunu anlatıyor. Bu yüzden sadece 1906 yılının ikinci yarısında Artvin Okrugundan Osmanlıya 420 kişi göç etmiş olup yine 1200 kişi de göçe hazırmış (Karalidze, 2011:20).
Aynı şekilde, Gürcü Müslümanların Osmanlı İmparatorluğunun iç bölgelerine göç ettirilmesinin Rusya için olumlu sebeplerinden biri Rusya’nın kolonizasyon politikası idi. İktidar göç sürecinin hızlanması ve aynı zamanda göç edenlerin sayısının artması amacı ile gerekli şartları oluşturuyordu: Rus yönetimi korku ekiyor ve şimdiye kadar yabancı olunan şartlar oluşturuyor, Rusya Devleti içinde gelecekleri olmadığı duygusunu yerel halka hissettiriyor, sonuçları yerleşik halkın ekonomik durumuna anında yansıyan vergi politikasını zorlaştırıyor ve vergileri artıyor; yereldeki yüksek rütbelilerin ayrıcalıklarını yok sayıyor, yeni birleştirilen bölgelerde atanan alt düzey kamu görevlileri ve yöneticilerin kasıtlı uygulamalarına geniş hareket alanı veriyor, sürekli olarak ve doğrudan halka yerlerinden gitmelerini ve başka şeyler söylüyorlardı.
Halkın göç etmesi için Osmanlı İmparatorluğu yoğun propaganda yapıyordu ve bunun için fazlasıyla pragmatik amacı vardı. Osmanlı göç edenler sayesinde sahip olacağı yüksek üretim kültürü ile seçkin, çalışkan, sadık, savaşçı doğaya sahip vatandaşlarla ülkenin iç illerini dolduracak, aynı zamanda bu halk hiç şüphesiz ve tereddütsüz devletin temel dayanaklarından biri haline gelecekti. Bir kural olarak göçmen halkın devletten başka dayanağı olmayacaktır... Günümüz Türk yazarlarından birinin ifade ettiği gibi Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) Batumi’den ve Artvin’den gelen muhacirlere çok değer veriyor, onların Anadolu’nun boşalan topraklarının doldurulması için en iyi imkan olduğunu kabul ediyordu. Aynı zamanda onların İslama bağlılığından hiç şüphe duymuyor, Anadolu’nun demografik yapısını Osmanlı Devleti lehine düzenlemeyi planlıyordu (Muammer, 2009).
Ekonomik faktörlerle birlikte göçün vaaz edilmesinde temel dayanak olan din faktörü göçte önemli rol oynuyordu. Göç propagandası yapanlar şiddetle Rus’un dinsiz hükümdarı ve kanunlarının himayesinde kalacak olan tüm Müslümanların, ne kadar sıkı Müslüman olursa olsun sapkın olacaklarına, cennet bahçesini hak edemeyeceklerine inandırıyorlar, bu yüzden herkesin Osmanlıya göç etmesi gerektiğini, şüphesiz orada ilk başlarda birçok sıkıntı, açlık, soğuk ve başka talihsizliklere maruz kalacaklarını fakat bu sıkıntıların bedensel olacağı ve ruhların kurtulacağını söylüyorlardı (Droeba, 100).
XIX. yüzyıl Gürcü basını propagandistlerin vaazlarının içeriğini birçok yönden inceliyor. Dönemine ait birçok anlatımı bize ulaştıran Zakaria Çiçinadze (Çiçinadze, 1912:177) bu konuya geniş biçimde değiniyor. Bunlar görgü tanıklarının anlatımlarına dayanıyor ve dolayısıyla güvenilirdir. Bu vaazların içeriğinin kitleler üzerinde etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Dahası, Gürcü Müslümanları ilgilendiren bir şey sözkonusu olduğunda, XIX. yüzyıl sonunda inançlarına sıkı sıkıya bağlılığı ile seçkin olan ve dini otoritelere samimiyetle güvenen halkı inandırmak için dinleyiciye etkileyici sözlerle hitap etmekten çekinmezlerdi.
Muhacirlik dine sıkı sıkıya bağlılık mücadelesinin parçası idi ve bu ruh hali nesiller boyu sürdü. Türkiyeli çok sayıda Gürcü “dedelerinin” trajik maceraları hakkında konuşurken islama özel olarak bağlılıklarının altını çizerek dine bağlılığı Gürcülüğün, daha doğrusu Gürcü benlik bilincinin temellerinden biri olarak kabul ediyorlar.
Daha önce belirttiğimiz gibi ekonomik faktörlerin önemi diğerlerinden geri kalmayıp dahası, zaten ekilebilir toprakların azlığı ile bilinen bölgede yeni Rus iktidarının şartlarında toprakla ilgili konular üzerinde uzunca süre sis perdesi vardı. Göçü vaaz edenler bu belirsizlikten yararlanmış olup toprağa bağlı Gürcülere materyal açıdan nesiller boyu ferah için hektarlarca toprağı cömertçe vaad ediyorlardı… Bugünkü gelişmelerden anlaşılıyor ki verilen bu söz şöyle veya böyle yerine de getirilmiştir fakat muhacirlik tarihi oldukça trajik içerikte başka bir soru sorduruyor: Bu topraklar Muhacirlerin kan ve gözü yaşlı tarihine değer miydi?
Bu şekilde, Gürcü Müslümanların muhacirliğinin Osmanlı İmparatorluğu yönetim çevresi için olumlu sebeplerinden biri de; onların çalışkan, yüksek üretim kültürüne sahip, savaşçı, sadık vatandaşlarla Karadeniz kıyılarını ve Anadolu’nun geniş topraklarını doldurma özlemi idi.
4.Muhacirlik ve Gürcü Vatan Evlatları
Rus yönetiminin yerel halkı dağıtmak için ortaya koyduğu çabalara, Osmanlı İmparatorluğunun Muhacirlere verdiği sözlere ve altın köşkler vaat etmesine, Muhacirlerin umutlarına ve beklentilerine rağmen karar vermek onlar için kolay değildi. Toplumun tüm katmanlarında, tüm kesimlerde göçe taraftar olanlar da vardı karşı olanlar da. Tüm Müslüman Gürcistan o zaman bununla nefes alıyor, her gün bunu konuşuyor, müzakere ediyor, tartıyor, hararetli biçimde gidenlerin haberlerini topluyor, nadiren işittiği iyi haberlere seviniyor, kardeşlerinin karşılaştığı talihsizlikleri ise acı şekilde paylaşıyordu. Tüm bunlar problemin ağırlığının göstergelerinden biridir. İki büyük imparatorluğun güçlü ve tecrübeli propagandistleri, toprağa zincirlenmiş, çalışkan, saygıdeğer, geleneklerine bağlı, aileye karşı sevgi dolu yerli halkın üzerine birlikte gelmiş ve halkı baskı altına almıştır… Verilecek herhangi bir yöndeki karar bitmeyen acıların kaynağı olacaktı ve bu acıların izlerine bugün de rastlanıyor! Gidenlerin ruh hali üzerine artık konuştuk ve şunu da ifade edelim ki bugün Muhacirlerin torunlarının büyük kısmı atalarının kararlarını doğru buluyor, tek doğru yolun bu olduğunu kabul ediyor, bir kısmı bu konuda kararsız iken, bir kısmı da köklerini bırakmayı hata olarak görüyor… Bu zor, geniş ve duygu dolu bir konu olup ileride mutlaka bu konuya döneriz, burada ise gelecekteki duygulara hitap için yorumsuz ve tanımlama yapmadan şunu hatırlatacağız ki Korgan’da (Ordu İli Korgan İlçesi) büyük bir sevgi ve acı ile yapılmış müzede 2012 yılında Ali Katamadze bize tarihteki Muhacirlikle ilgili gözü yaşlı anlatımların bir göstergesi olan küçük bir tepsi gösterdi: Yedi günlük evli bir genç kızın yeni ailesi Kobuleti’den muhacir olarak gitmiş. Açık ki yeni evliler de bu çok uzak yola çıkmışlar. Öncelikle, bu küçük kızın evlenmesi de ne idi ve sonrasında ortaya çıktı ki anne-babasından, ailesinden sonsuza kadar uzaklaşması da ne oluyordu!.. Annesi ona bir tepsi hediye etmiş: Misafirperver olmayı unutma, misafire yemeği güzelce sun demiş. Tepsi o kızın yükü imiş ve meğer ebeveynlerinin hatırasını yanından hiç ayırmıyormuş. Tepsiyi yolda da daha sonra yaşlılığında da gözyaşları ıslatıyormuş…
Gidenlerin de kendilerine ait acı gerçekleri vardı. Ancak yine de daha derin tartışmalar geride kalan tarafta vardı. Muhacirliğe karşı olanlar yerel halkın tüm kesimlerinde vardı. Yine etkili bazı kişiler vatandaşlarını geri çevirmek için sonuna kadar mücadele ediyordu. Böyle kişiler arasında örneğin Loman Ependi Kartsivadze, Akhmed Ependi Khalvaşi, Gulo Ağa Kaikatsişvili, Dede Ağa Nijaradze, Abdul Ependi Mikeladze, Müftü Akhmed Ependi Khalipaşvili, Hoca Loman Ependi Beridze, Tupan Beg Şervaşidze ve başkaları vardı.
Zemo Açara’da (Yukarı Açara) Oladauri’de 1812 yılında dünyaya gelen Loman Ependi Kartsivadze yükseköğrenimini İstanbul’da tamamlamıştı. Döneminde Sultan Abdülaziz’in kapısında oldukça etkili kişilerdendir. XIX. yüzyılın sonlarında Açara’ya dönmüştür. Muhacirlik döneminde Gürcü Müslümanlar onu başka temsilcilerle birlikte muhacirlerin yerleşebileceği uygun toprakları dolaşmak ve oraların şartlarını tespit etmek üzere Anadolu’ya göndermişler. Loman vatandaşlarını önce mektupla uyarmış, Türkiye’ye göç etmekten imtina etmelerini istemiş, sonra döndüğünde de şunu ifade etmiş: “Çok yer gezdim fakat bizimki kadar güzel ve bize göre bir yer bulamadım”. Bunun dışında, açıkça Loman Ependi Kartsivadze biliyordu ki göç propagandası yapanlar halkın dine sıkı sıkıya bağlı oluşunu göz önünde bulunduruyor, dini bilinçlerini önemli düzeyde etkiliyorlardı. Buna cevaben şiddetle şunu söylemiş: “Gerçek Müslümanlık bizde kalmış. İnanç bizde kutsal ve temizdir, Osmanlı’da hiç kimse dinine bağlı değil, her yere gâvurluk bulaşmış, bu yüzden Osmanlı’ya göç etmenizi tavsiye etmiyorum” (Droeba, 34).
Kartsivadze’nin çabası kardeşlerini iyi etkilemiş: Birçok kişi vatanını bırakıp gitmekten vaz geçmiş.
Maalesef Gürcülüğün bu eğilime karşı koyacak gücü yoktu! Sözünü ettiğimiz o çağda Gürcüce kitaplar, gazete ve dergiler basılıyor, Gürcü tiyatrosu, okullar başarılı şekilde faaliyet gösteriyodu, Gürcülük işi için çalışan kamu dernekleri vardı, yavaş yavaş ulusal-bağımsızlık hareket güçleniyordu, fakat maalesef XIX. yüzyılda Gürcistan Devleti yoktu. Dolayısıyla kendi vatandaşlarının haklarını uluslararası alanda veya içerde resmi olarak savunacak herhangi bir Gürcü enstitüsü-kurumu yoktu. Rusya kolonisine dönüşen ülkedeki ileri gelenlerin imkânları ise son derece kısıtlı idi.
Buna rağmen, Müslüman kardeşlerini korumak için en çok gayret eden, sesini en çok yükseltenler Gürcistan’ın Hristiyan kesiminin vatan evlatları oldu. Onlar Rusya İmparatorluğu yöneticilerinin politikalarına karşı geldikleri gibi, aynı zamanda da Osmanlı propagandasına ve gayretine de karşı geliyorlarlardı. Muhacirlik dalgasını durdurmak için, bunun haricinde de Gürcü Müslümanların yeni, zor zamanlara alışma sürecini kolaylaştırmak, yeni oluşan birçok poblemin çözümü için çaba gösteriyorlar, çağa uygun eğitim ve kültürel kurumların kurulmasına v.b. çalışıyorlardı. O zamanki Gürcü basınında bu ruhu yansıtan çok sayıda yazı yayınlandı ve şunu da ifade edelim ki kendisi de kolonist rejim belasına maruz kalmış olan Gürcü toplumu birçok değerli işi başardı ve Müslüman Gürcistan’ın seçkin figürleri ile birlikte farklı inançlara mensup Gürcülerin birleşmesi için tüm kalpleri ile çalıştılar.
O zaman sözü çok etkili olan İlia Çavçavadze 1877 yılında henüz Güney Gürcistan’da devam eden olaylarla ilgili konuştu ve fikirdaşı vatan evlatları ile birlikte Hristiyan ve Müslüman Gürcülerin gelecek ilişkilerinin prensiplerini en başında doğru şekilde belirledi. “Bizi o çevre endişelendirmiyor, - diye yazıyor ve şöyle sürdürüyordu “İveria” gazetesinde, -Osmanlı Gürcistan’ında yaşayan bizim kardeşlerimiz bugün İslam dinindeler. Yeter ki o mutlu gün tekrar gelsin ve biz yine birleşelim, kardeş olalım ve bizim açıklamalarımızla ülkemiz insan vicdanını tehdit etmediğini yine kanıtlar ve uzun zamandır uzak kalmış olan kardeşini kardeşçe sahiplenir, sevinçten gözleri yaşlanmış olan Gürcü, kadeşini kardeşçe kendi saygıdeğer ve hoşgörülü bağrına basar!..” (Çavçavadze, 2012:8).
Yeri gelmişken bilirtelim ki Osmanlı-Rus savaşı sona erdiğinde Gürcü ileri gelenleri, hepsinden önce de Dimitri Kipiani öne çıkan bir fikir ortaya attı ve Tiflis’e gelen Gürcü Müslümanlar için görüşme organize etmeyi, “başka şekilde de, halk sofrasında birlikte yemek yiyerek kendilerinin onların duygularını paylaştığına ve sevgilerine inandırmak, ilişkiler için Gürcü kalplerini açmak ve gelecek için sağlam temeller atmak istediler.
Müslüman Gürcüler ile yapılan bu görüşmede Şerip Khimşiaşvili, Khusein Abaşidze, Khasan Bejanidze, Nuri Khimşiaşvili, Akhmed Khalvaşi ve başka seçkin önderler vardı. Toplam 16 misafir bulunuyordu.
Ev sahipleri arasında bulunan Grigol Orbeliani, Aleksandre Zubalaşvili, Dimitri Kipiani, Akaki Tsereteli ve diğerleri etkileyici konuşmalar yapmışlar.
Örneğin Dimitri Kipiani şunları söylemiş:
“Bir zamanlar Gürcistan büyük ve güçlü bir ülke imiş. Buna tanıklık eden: Bir açıdan bakarsak kahramanlıklar gözümüzün önüne, örneğin Vakhtang Gorgasali, Davit Ağmaşenebeli, büyük ve aydınlatıcı Kral Tamar geliyor; diğer açıdan buna tanıklık eden ise mimari tarihi eserlerimiz, örneğin kaleler ve dini yapılardır…
Doğayı incelediğimizde anlarız ki dünyada hiçbir şey yerinde durmuyor. Geçen zaman içinde çeşitli çatışmalar meydana gelmiş ve öyle çatışmalardan biri bizim soyumuzun-boylarımızın ilişkilerine zarar vermiş. Ve iki yüzyıl, üç yüzyıl geçti biz buralı Gürcüler oralı Gürcüler hakkında bir şey duymadık, onlar bizim için üzülüyordu biz ise onlar için, biz artık onların hiçbir şeyini bilmiyoruz, onlar da bizim…
Şimdi asırlık özlemimiz gerçekleşti! Yeniden tesis edilen bu ilişkinin sağlamlığını ve bitmemesini dileyelim!” (Sakhokia, 2005:197)
Muhacirlik konusuna dönelim:
Gürcü ileri gelenler daha 1860’lı yıllarda Abazaların muhacirliği karşısında seslerini yükselttiler. 70’li yıllardan sonra ise mücadelenin cephesi daha da genişledi. İlia Çavçavadze, Akaki Tsereteli, Sergei Meskhi, Giorgi Tsereteli, İona Meunargia, Zakaria Çiçinadze ve başkaları, Müslüman kardeşleri konusunda gayretlerini esirgemiyorlardı. Ancak bu çabalar her zaman sonuç getirmiyordu ve XIX. yüzyıl basını da acılarla doludur: “İşte -şaşırtıcı bir haber!.. İlia Çavçavadze yazıyor ki – Halk kendisi için değerli olan ne varsa her şeyi bırakıp gidiyor; vatan topraklarını, evini barkını, doğduğu büyüdüğü yeri, anne babasının ve kardeşlerinin mezarlarını bırakıp nereye gidiyor? Osmanlıya mı? Buna Osmanlı tarihçileri şaşırsın, biz ise kalbimizin bu sızısını tarihimize yazalım…” (Çavçavadze, 1879).
Sergei Meskhi 1880 yılında “Droeba” gazetesinde yayınlanmış makalesinde bir kez daha tehlike çanlarına dikkat çekiyor: “Bu sırada Batumi’de biz ne yapıyorduk?” diyerek sorusunu net olarak soruyor yazar. Açıkça toplumun bu konudaki çalışmalarının seviyesi onu memnun etmiyor ve fikirdaşlarına bu konuda icraat göstermelerini söylüyor. İcraat ise açıklama-bilgilendirmeyi, göçe karşı tahriklerde bulunmayı, dürüst olmayan kamu görevlilerinin açığa çıkarılmasını, kültürel-eğitim faaliyetlerinde bulunmayı, farklı dini inanca mensup Gürcülerin birleşmesi için mücadeleyi v.b. gerektiriyordu. Bu mücadelenin kapsamlı bir sonuç vermediği doğrudur fakat pekçok Gürcü Müslümanın göç etmekten vazgeçmesini sağladı.
5.Gürcülerin Göçü ve Yeni Topraklarına Yerleşmeleri
Muhacirler denizden veya karadan gidiyordu. Göçün organizasyonu ve duygusal tarafı ile ilgili bu kez bir şey söylemeyeceğiz fakat göç sürecinin sıkıntı ve kederle dolu olduğunu ifade edelim. Bu o zaman için genel bir sorun ve Gürcistan’da da Osmanlı’da da herkesin ilgisini uyandıran bir konu idi. Siyasetçisinden askerine, işçisinden köylüsüne, tüccarından kamu görevlisine, toplum adamlarından gazetecisine kadar herkes bu konuyu müzakere ediyordu… Kiliselerde ve camilerde, devlet kurumlarında ve pazarlarda, sokakta ve kahvehanelerde, kısacası her yerde bu konu konuşuluyordu… Fakat konuşmanın duruma faydası yoktu. Muhacirlerin sayısı kademeli olarak artıyor, gözyaşı dolu anlatımların sayısı da sınırsız biçimde çoğalıyordu!.. Örneğin 1880 yılında, Droeba Gazetesinin yazdığına göre Maçakheli Vadisinden 400 Müslüman Osmanlı gemisinin gelip kendilerini götüreceği ümidi ile Batumi’ye geldi. On gün boyunca bu insanlar aç vaziyette deniz kenarında bekledi. Ne gemi geldi, ne de geleceği vardı, en sonunda Rus gemisi bu insanları İzmir tarafına götürdü (Droeba, 124).
Bu herhalde trajik anlatımlar arasındaki en nötr hikayelerden biridir. “Bizimkiler kalabalık gelmiş, kimi gemi ile kimi yaya, yarısı yolda ölmüş” – Ali Katamadze’nin bu ifadelerinin benzerlerini Çveneburiler arasında çok yerde duyarsınız. Bazgiret’de (Şavşat İmerkhevi’nin bir köyü-çevirmen notu) Sulo Zuboğlu’nun (Zumbadze) hikâyesi bugün de anlatılır. O, muhacir olarak Niksar’a gitmiş, yerleşeceği yeri seçmiş, ailesini ve eşyalarını getirmek için geri dönmek üzere yola koyulmuş, yolda karşılaştığı bir hemşerisinin ona acılı şekilde anlattığına göre: eşkıyalar onu soymuş, karısını ve kızını da alıp götürmüşler. Sulo şaşkınlık içinde kalmış: Ne ağlıyorsun, git, ya o eşkıyaları bul ve temizle, ya da kendini öldür demiş. Meğer bu olay onu Şavşat’ı terk etmekten vaz geçirmiş – Bazgiret’de kalırım, hiç olmazsa vicdanım ve namusumu korurum demiş Sulo.
“…Tokat’ı geçip Adana’ya kadar gitmişler. Orada onlara yer verilmiş fakat kalmamışlar. Köyden Merzifon’a gidenler de varmış. Bizim insanlarımızdan yolda ölen çok olmuş…” – bu ise Türk yazar Ülkü Önal’ın kayıtları arasında olup o Muhacirler arasında pekçok benzer hikaye dinleyip o hikayeleri toplamış (Önal, 2010:34). Çok sayıda ailenin barış içinde yolculuk ettiği ve yeni yaşam alanlarına iyi bir şekilde yerlerştikleri açıktır fakat bu göç esnasında birçok talihsizlik de yaşandı ve muhacirlik iyi sonuçlanması bakımından, hatta çok sayıda yerlerine ulaşan insan da olsa o talihsizliği dengeleyemez.
Halkın kabul edilmesi ve yerleştirilmesinin büyük bir problem olduğunu anlıyoruz. Muhacirler önce ortak dağıtım kamplarına yerleştiriliyordu (“çadırlarda perişandık”- eskilerin anlatımını Gemlik Haydariye Köyünde böyle hatırladılar). Bazen bu kamplarda uzun süre kalmaları gerekiyordu. Tüm bölgelerdeki muhacirlerin torunlarının ortak bir dille “ilk nesil muhacirleri önce ovalara yerleştirmişler, oralar sivrisinekle dolu imiş. Katlanamamışlar ve daha sonra yeni yerlerine gidip yerleşmişler” demeleri buradan geliyor olabilir.
Yeni yerleşim alanlarının seçimine muhacirlerin temsilcileri da katılıyordu. Bunu doğrulayan birçok öykü var. Örneğin Hayriyeli (İnegöl) Basri Yıldırım’ın (Omeradze) söylediğine göre, onların ataları önce İnegöl’e yerleşmiş. Orada “sinek varmış” ve buna katlanamışlar. Memed Ağa adında eğitimli bir Gürcü yer aramış ve burayı seçmiş. Gelip yerleşmişler. Bu süreç de kolay geçmemiş: Memed Ağa köyü kuracakları yerin çevresini işaretlemiş: ağaçlara çentik atmış; fakat sonda Çerkesler gelmiş ve işaretlenmiş alanları feshetmişler. “Büyük kavga olmuş” Gürcülerle Çerkesler arasında, Gürcüler kazanmış, “Çerkesleri şaşkınlık içinde bırakmış ve kovmuşlar”…
Son kesit bu tarihin yine bir trajik sayfasına işaret ediyor. Muhacirlerin ilk neslinin yerleşim süreci böyle büyük acılarla dolu idi ve bu acılar sonraki nesillerin hafızasında yer etti. Bu süreç büyük veya küçük kahramanlıklarla, bazen de az çok kendiyle övgü duyan haberlerle de dolu idi… Bu trajik tarih gerek o zaman gerekse daha sonra somut nedenlerden dolayı Gürcü toplumunun ilgisinden uzak kaldı… Oysa Çveneburiler şapka çıkarılacak bir mücadele veriyordu! – Ormanları da açtılar ve toprakları sürdüler, evler de yaptılar, büyükbaş ve kümes hayvanlarını da çoğalttılar. Anadolu’nun ortasında kheçeçuri armutunu da yetiştirdile “kejiray” lahanasını da, kendilerini düşmanca karşılayanları doğdukları güne lanet ettirdiler, sevgi ile yaklaşanları kardeş görüp bağlandılar.
Bu da geniş ve zor bir tarih olup ayrıca daha geniş konuşmak için başka zaman konuya döneriz fakat önemli olan şu ki Çveneburiler sadece kurtulmayı ve sağlam şekilde kendi değerlerini koruyarak yeni yerleşim alanlarına yerleşmeyi değil dahası Gürcü olarak kalmayı da başardılar.
Gürcü Osmanlı topraklarının ortasına kölelik ve sefillik bilinci ile gitmemiştir. Onun her zaman kendi değerlerine karşı aşırı bir bağlılık hissi vardı. Bu onlarda bir şey görmediklerinde karşılaştıkları toplumlara veya oralara göç etmiş başka toplumlara o zaman da “aşırı” şekilde yukarıdan bakmaya zorluyordu. Yaşamın kötü ve iyi yanlarını onlardan daha iyi bildiğine inanıyor; üretim düzenini daha iyi oluşturabiliyor, daha lezzetli ve çeşitli yemekler yapıyor, dinini ve geleneklerini koruyor, yiğitçe savaşıyordu.
Şu bir gerçek ki büyük Gürcistan’ı (bir ülke, devlet olarak Gürcistan) unutacaklardı (İnegöl Tüfekçikonak Köyünden bir yaşlı bize “Gürcistan diye bir devlet olduğunu, anadilimizde alfabemiz olduğunu, kimse bilmiyordu, bunu bilen belki sadece üç-dört kişi vardı…” dedi) fakat çoğu eski vatanlarının derelerini, vadilerini “Batumi’yi” ve “Açara’yı”, Artvin’i ve Borçka’yı, Kobuleti’yi ve Hopa’yı, Murgul’u ve Şavşat’ı hatırlıyordu…
“Doksanüç”[2] muhacirlerinin ilk dalgası ile aramızda neredeyse bir buçuk asır mesafe var. Nesillerin mücadelesi ve çalışmaları verimli olmuştur… Kulübenin yerine ev yapıldı, evin yerine saray. Gürcüler çoğaldılar, güçlendiler, çok büyük devletin içinde siyasette ve iş dünyasında, edebiyatta ve sanatta, bilimde va sporda sağlam şekilde yerlerini aldılar. Doğasında yetenek olan Gürcüler birçok açıdan öne çıktı fakat bu nesilin gözlerinde memleket sevdası yine kaldı…
Prof. Dr. Malkhaz Çokharadze
Gürcüceden Çeviren: Erdoğan Şenol (ერეკლე დავითაძე)
*Batumi Şota Rustaveli Üniversitesi öğretim üyesi Malkhaz Çokharadze’ye ait Gürcistan’ın Batumi kentinde 2016 yılında yayınlanan “Kartuli Enis Geograpia Turketşi-Tzigni Pirveli-Marmarilos Zğvis Regioni” isimli kitaptan alınmıştır.
[1]Bu konuda Batumi Şota Rustaveli Üniversitesi Kartveloloji Merkezinin düzenlediği bilimsel konferansta (1 Şubat 2013) Rize Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nebi Gümüş (Bakınız, Gümüş, 2013:13) Ahkaltsikhe’den (Ahıska) gelenler hakkında bilgilerin Z. Çiçinadze’nin kayıtlarında (Çiçinadze 2013:142 v.b.) ve Droeba Gazetesinde (Örn. M-Şvili, 1881:1 v.b.) karşımıza çıktığını açıklamış ve sonrasında kişisel görüşmemizde onaylamıştır.
[2] Gürcü Mühacirlerin ilk nesli kendilerini 93 Muhaciri olarak adlandırıyordu. Bunun nedeni 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşına 93 harbi demeleri idi. Osmanlı İmparatorluğunda İslami Hicri takvim kullanılıyordu. Tanzimat Fermanı takvime de yansıdı. 1840 yılında Rumi takvim kabul edildi. Prof. Dr. Zaza Şaşikadze’nin ifadesine göre bu reformla Rumi takvim günlerini günleri Gregoryen güneş takvimi günleri ile eşitlediler, yani Hicri ve Rumi takvim arasında 11 günlük fark oluştu, fakat yıl eskisi gibi kaldı. 1870 yılına kadar Hicri ve Rumi takvimin her ikisi de kullanılıyordu fakat resmi takvim Rumi takvim idi. Hicri 1293 yılı Avrupa Takvimine göre 28 Ocak 1876 ile 16 Ocak 1877 yılları arasını kapsar; Rumi 1293 yılı ise 13 Mart 1877 ile 12 Mart 1878 Yılı arasını kapsar. Dolayısıyla açıkça “93” Rumi takvime göredir ve günümüze kadar da tarihe işaret etmek için kullanılmaktadır.